15 Aralık 2012 Cumartesi

Evrim ve yaratılış-1-


19. yüzyılın başlangıcına dek, Avrupa'da, doğanın nasıl var olduğu sorusuna çoğunlukla ortak bir cevap veriliyordu: Canlıların ortaya çıkışı, İlahi kitaplarda yazıldığı şekildeydi. Yani Allah hepsini, tüm evreni bilinçli ve hikmetli bir biçimde yoktan var etmişti. Allah, önce gökleri ve yeri yaratmış, daha sonra da yere canlıları birer birer yerleştirmişti. Ve tüm bu yaratılış, altı gün içinde olup bitmişti. Hıristiyanlar ve Yahudiler tarafından iman edilen bu gerçek, son ilahi kitap olan Kuran'da bildirilmekteydi. Allah'ın evreni altı günde yarattığını belirten ayetlerden biri şöyledir: 

"Gerçekten sizin Rabbiniz, altı günde gökleri ve yeri yaratan, sonra arşa istiva eden Allah'tır. Gündüzü, durmaksızın kendisini kovalayan geceyle örten, Güneş'e, Ay'a ve yıldızlara kendi buyruğuyla baş eğdirendir. Haberiniz olsun, yaratmak da, emir de (yalnızca) O'nundur. Alemlerin Rabbi olan Allah ne yücedir." (Araf Suresi, 54)

Kısacası, gökleri ve yeri, yani tüm evreni ve yerdeki tüm canlıları var edenin Allah olduğu gerçeği yaratıldıkları, her üç İlahi dinin de ortak inanışıydı. Avrupa, başta da belirttiğimiz gibi, yaygın biçimde Hıristiyanlığı kabul ederek İlahi kaynaklarda bildirilen bu gerçeğe 4. yüzyıldan itibaren iman etti. Bu inancın üzerine kapsamlı bir kozmoloji ve dünya görüşü bina edildi.Ancak öte yanda giderek gelişen bir muhalefet de vardı. Birileri, evrenin ve canlıların yaratılmış olduğunu kabul etmek istemiyorlardı. Ve dahası, buna karşı alternatif bir açıklama getirebilmenin çabası içindeydiler. 

Bu yöndeki çabalar, birinci kısımda da incelediğimiz gibi, Georges de Buffon, Erasmus Darwin, Jean Baptiste Lamarck ve benzeri biyologların geliştirdikleri teorilerle ilk somut sonuçlarını verdiler. Bu isimler tarafından ortaya atılan ve canlıların tesadüfler sonucu birbirlerinden türediklerini öne süren teori, sonunda Charles Darwin tarafından ele alındı ve detaylandırıldı. Darwin'in Origin of Species (Türlerin Kökeni) adlı kitabı, evrim teorisinin en büyük kaynağı olarak tarihteki yerini aldı. Darwin'in teorisinin duyulmasıyla birlikte, 19. yüzyıla egemen olan pozitivist ve ateist fikir akımları büyük bir ivme kazandılar. Din aleyhtarı tüm ideologlar, dini kaynaklara karşı büyük bir darbe indirildiği düşüncesindeydiler ve birbiri ardına Darwin'i tebrik ediyorlardı.

O tarihlerden sonra da, evrim teorisi, dine karşı yürütülen her savaşta büyük bir koz olarak kullanıldı. Önce Hıristiyan toplumlarda sonra da İslam dünyasında, dine karşı yürütülen her mücadelenin vazgeçilmez dayanağı oldu.Oysa bu dayanak son derece çürük bir dayanaktı. 

Teorinin Hikayesi 

Teori, tüm canlıların ilkelden gelişmişe doğru birbirinden evrimleşerek var olduğunu ortaya atıyordu. Buna göre, önce tek hücreli canlılar oluşmuştu. Sonra suda yaşamın ilk örnekleri, ilk balıklar var olmuştu. Sonra günlerden bir gün, bu balıklar yürümek istemiş (!) ve karada yaşamaya başlamışlardı. Nasıl olmuşsa olmuş, solungaçları akciğere, yüzgeçleri de ayaklara dönüşmüştü!... Daha sonra bazı hayvanlar uçmak istemiş ve kanat sahibi olmuşlardı!... 

Hikaye böyle devam ediyor ve en son da maymunların insana dönüştükleri gibi çarpıcı bir iddiayla son buluyordu. Yani insanlar, Allah'ın yarattığı Hz. Adem ve eşinden başlayarak çoğalmamış, maymunlardan evrimleşmişlerdi. Kısacası, "yaratılmamış"lardı!..Evrim'i ortaya atan kişilerin (önce Lamarck, sonra Darwin) yaptıkları aslında şuydu: 

Mutlaka ve mutlaka canlıların "yaratılmamış"olduklarını ispatlayan bir teori geliştirmeye çalışıyorlardı. Bunun için de düşünüp-taşınmış ve sonunda, birbirine benzeyen canlıların birbirinden evrimleştiği gibi bir iddia atmışlardı ortaya. Ayrıca "hayat şartları"nın hayvanları evrimleşmeye zorladığını da iddia etmişlerdi. Örneğin Lamarck, zürafaların boyunlarının uzun olmasını, ağaçların üstündeki yapraklara uzanmak istemelerinden kaynaklandığını iddia etmişti. Buna göre, nesiller boyunca zürafaların boyunları santim santim uzamıştı. 

Bu iddia görünüşte zekice bir iddiaydı, ancak gerçekte bir safsataydı. Çünkü bir süre sonra anlaşılmıştı ki, hayvanlar "hayat şartları" nedeniyle kazandıkları özellikleri bir öteki nesle aktarmıyorlardı. Yani bir zürafa kendisini zorlayarak boynunu bir kaç santim uzatsa bile, doğan yavrusunun boynu yine standart ölçülerde oluyordu.

Ama Lamarck'ın bu teorisinin yanlış olduğunun anlaşılması, evrim teorisinin ateşli taraftarlarının hızını kesmedi. Bu kez Charles Darwin çıktı ortaya. 1859 yılında yazdığı On The Origin of Species by Means of Natural Selection (Doğal Seleksiyon Yoluyla Türlerin Kökeni Üzerine) adlı kitabında, canlıların farklılığını "doğal seleksiyon" teorisi ile açıklamaya kalktı. Doğal seleksiyon, doğal ortama ayak uyduramayan zayıf canlıların yok olması, bu ortama ayak uyduran güçlü canlıların da türlerini devam ettirmesine dayanıyordu. Darwin, Lamarck'ın kazanılmış özelliklerin (zürafanın boynunun sözde uzaması gibi) bir sonraki nesle aktarılması tezine doğal seleksiyonu da ekleyerek, canlı türlerinin kökenini açıklamaya çalışmıştı. 

Neo-Darwinizm 

Ancak zamanla Darwin'in teorilerinin de tutarlı olmadığı ve canlıların varoluşunu açıklamaktan çok uzak olduğu ortaya çıktı. Lamarck'ın kalıtım ile ilgili teorileri kökten yanlış olduğu DNA'nın keşfedilmesiyle birlikte anlaşılmıştı. Doğal seleksiyon'un ise, yeni bir tür yaratmaya yetmeyeceği görüldü: Bu sistem, bir canlı türü içinde en güçlü olanını seçip yaşatabilirdi, ancak yeni bir tür oluşturamazdı. Örneğin doğal seleksiyon sayesinde, sürüngen türleri içinde en güçlü olanlar kalabilir ve diğerleri yok olabilirdi, ancak asla ve asla sürüngenler sözgelimi kuşlara dönüşemezdi. Ancak evrimciler yine pes etmediler. 

Bu kez neo-Darwinizm çıktı ortaya. Bu yeni evrimcilerin tezi, canlıların farklılığının mutasyonlara dayandığı şeklindeydi. Mutasyonların, yani başta radyasyon olmak üzere canlıların DNA'sını bozan değişimlerin, farklı türlerin kökeni olduğunu öne sürdüler. Oysa zamanla bu teori de rağbet görmemeye başladı: Çünkü mutasyonlar ancak mevcut DNA kodunu bozuyordu, yeni DNA kodları üretmiyordu. Bir başka deyişle, mutasyona uğrayan canlının ancak organları köreliyor ya da yer değiştiriyordu. Fakat yeni bir organın oluşması mümkün değildi. Üstelik mutasyonların tamamına yakını zararlıydı. Bu nedenle de mutasyon tezi, evrim iddiasına dayanak oluşturmaktan çok uzak kaldı. 

Evrim'in Sözde Delilleri 

Evrim teorisinin en büyük çıkmazlarından biri, kendisini destekleyecek hiç bir somut bulgunun olmayışıdır. Yapılan bütün araştırmalara ve harcanan büyük paralara rağmen evrim teorisi'ni destekleyecek bulgular bir türlü ortaya çıkmamaktadır. Oysa, eğer evrim diye bir şey gerçekleşmiş olsaydı, milyonlarca delilin bulunmuş olması gerekirdi.

Evrimcilerin milyonlarcasını bulmuş olmaları gereken bu "delil"ler, "ara geçit formu" denen canlıların fosilleridir. Evrimin iddiasına göre, canlılar birbirlerinden türemişlerdir. Örneğin insan, bu iddiaya göre, maymunlardan dönüşerek oluşmuştur. Bu dönüşüm bir günde olmadığına, hatta evrimci iddiaya göre yüzbinlerce hatta milyonlarca yıl sürdüğüne göre, yarı insan-yarı maymun milyonlarca canlının yaşamış olması gerekir. 

Aynı şey sudan karaya geçiş, ya da karadan havaya geçiş için de geçerlidir: Milyonlarca yarı balık-yarı sürüngen, ya da yarı sürüngen-yarı kuş canlının yaşamış olması gerekir. İşte evrim'deki dönüşümleri gösteren bu "ucube" varlıklara arageçit formu denilir.Ve eğer evrim gerçekleşmişse, bu ara geçit formlarından yüzbinlercesinin fosilleşerek günümüze ulaşmış olması gerekir. İşte evrimin çıkmazı buradadır: Bir yüzyılı aşkın bir süredir hararetle yürütülen "ara geçit formu bulma" çabalarına rağmen, bir türlü istenen fosiller bulunamamaktadır. Evrimcilerin bu konuda yaptıkları bazı "itiraf"lar, oldukça çarpıcıdır. Örneğin ünlü doğabilimci A. H. Clark, şöyle der:

"Madem ki biz fosil veya yaşayan büyük gruplar arasında geçiş gösteren en ufak bir delile sahip değiliz o halde, böyle ara tiplerin hiç bir zaman olmadığını kesinlikle kabul etmemiz gerekir."

Tanınmış bir genetikçi ve evrimci olan Richard B. Goldschimdt ise, "ara geçit formu" diye bir şeyin olmadığını itiraf ettikten sonra, türlerin "birden bire ortaya çıktıklarını" şöyle kabul ediyor: 

"Pratikte bütün bilinen familyalar görünen herhangi bir geçiş formu olmaksızın aniden ortaya çıkmaktadır."

Ara geçit formu olmamasının anlamını evrimciler de kabul etmektedirler: Canlılar "birden bire" ortaya çıkmışlardır. Ve açıktır ki, "birden bire ortaya çıkmak" demek, yaratılmak demektir.Ancak kuşkusuz canlıların "birden bire" ortaya çıkmış, yani yaratılmış oldukları gerçeği, evrimciler tarafından, "ideolojik" nedenlerden dolayı kabul edilemez. Üstte sözlerini aktardığımız birkaç bilim adamı bunu itiraf etse de, genel olarak evrimciler, "ara geçit formu bulunmadığı" gerçeğini kabul etmezler.Bu durumda evrimcilerin yaptıkları tek bir şey vardır. 

Milyonlarca yıl önce yaşamış ve soyu tükenmiş olan bazı canlıların fosillerini bulur ve bu fosillerin birer "ara geçit formu" olduğunu öne sürerler. Bu yöntemle üretilmiş olan sözde ara geçit formları da, tüm dünyaya "evrimin büyük delili" olarak gösterilir. Oysa evrimciler tarafından "işte ara geçit formu" diye öne sürülen bir kaç canlının da hiçbiri gerçekte böyle bir özelliğe sahip değildir. Zamanla bu gerçek ortaya çıkmıştır.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder